Tıkla Sende Katıl

Yazdıklarım benim kendimi yansıtır

Dolaplıda Dehşet

 

DOLAP’LI DA DEHŞET
 
Her şey 1985 yılının eylül ayında, İstanbul’un Dolaplı semtinde, şirin mi şirin bir göl kıyısında başladı. Kim böyle güzel ve doğal bir ortamın böyle korkunç sırlar barındırabileceğini tahmin edebilirdi ki.

  O zamanlar daha bir çocuktum. Annem, Dolaplı Nükleer Araştırma Merkezi’nde kimya mühendisi olarak çalışıyordu. Anneannem ve dedemi hiç tanımadım. Onlar daha ben küçük yaştayken ölmüşler. Babamla annemse ben küçük yaştayken ayrılmışlar. Annem beni bakıcıya bırakmak istememişti, durmadan

konu komşuya bırakmak da mümkün olmadığı için sık, sık onunla işyerine gidiyordum. Kızıl toprak’taki evimizden Dolaplı’ya yaptığımız yolculukların çok lezzetli poğaçalarla başladığını hatırlıyorum.  Annemin iş arkadaşları beni çok severdi, hep benimle otobüste oyunlar oynarlardı. Ama Dolaplı’ya yaklaştıkça otobüsün içine bir kasvet dolar, herkes susardı. Yolculardan kimi uyuklar, kimi boş, boş pencereden bakardı. Yerleşim bölgelerinden uzaklaşıp araştırma merkezinin içine girdiğimizde yol kenarlarındaki kurukafalı levhaları görürdüm. Altlarında ‘Radyoaktif Tehlike’ yazıyormuş bu levhaların.  Tabii ben o zaman okuma yazmayı bilmiyordum ve sadece kurukafaları görebiliyordum. Bunlar en korkunç çocukluk kâbuslarımda peşimden koşan iskeletleri hatırlatıyordu bana. O kadar çok korkuyordum ki bu kurukafalardan, onları görür görmez yere eğilip annemin bacaklarının arasına saklanıyordum. Annem yavaşça saçlarımı okşayıp korkacak bir şey olmadığını söylüyordu. Ama korkacak bir şey vardı, tabii o zaman onun bundan haberi yoktu. 

  İlk defa kurukafalardan korkmayıp, cesurca yerimde kıpırdamadan levhalara dik, dik baktığım günü hiç unutmam.’Artık korkmayacağım!’ demiştim kendi kendime.’Bunlar sadece resim.’ Bu korkumla yüzleşmek bana büyük bir güç vermişti. Bütün gün boyunca annemin eteklerinden çekip beni araştırma merkezinin hiç görmediğim yerlerini dolaştırması için tutturdum. İşi başından aşkın olan annem sonunda kabul etti, çünkü beni hiç kıramazdı.   

  Dolaplı Araştırma Merkezi, Dolaplı gölünün kıyısındaydı, içinde ofisler ve laboratuvarlar bulunan tek katlı geniş binalardan oluşuyordu. Bütün bunların ortasında ‘Reaktör’ vardı. Yaşanan o korkunç olayların başladığı o lanetli bina. Annem hiç oraya girmek istememişti o gün. Ama ben kararlıydım. Beni en çok korkutan bina oydu, o yüzden oraya girecektim ve bütün korkularımla yüzleşecektim. Keşke annemin sözünü dinleseydim. Ama bilirsiniz, çocuklarını çok seven anneler söz konusu olunca tam tersi olur, anneler çocuklarının sözünü dinlerler. Reaktöre girmek için büyük demir kapılarla açılan birkaç odadan geçmek gerekiyordu. Bir odaya girdiğimizde arkamızdaki kapı özenle kapatılıyor, sonra önümüzdeki kapı açılıyordu. ‘Bunlar koruma için.’ dedi annem. Neden korunmamız gerektiğini bilmiyordum ama çok korkmuştum. Elimle annemin kazağını sıktım. Ona yapışık bir şekilde yürümeye devam ettim. Sonunda kocaman bir odaya alındık. Her yerde ışıklı makineler ve ortada geniş, su dolu bir havuz vardı. ‘Bu havuzda yüzülüyor mu?’ diye sordum anneme heyecanla. Annem: ‘Bu havuz araştırma için.’ dedi. ‘Havuzun içinde uranyum atomları parçalarına ayrılıyor. Deneyler yapılıyor.’ Hiçbir şey anlamamıştım.   Annem tam o sırada bir deney yapıldığını söyledi. Beyaz önlüklü adamlar makinelerde bazı tuşlara bastılar, havuzda bir kıpırdama oldu. Anneme sımsıkı sarıldım. Sonra bir anda havuzun içinden bir ışık yükseldi ve büyük bir patlama oldu. Patlamanın şiddetiyle hepimiz yere savrulduk. Dumanların içinde, yerde yatıyordum, kulaklarımın acıdığını hissediyordum. Annemi görmeye çalışırken bayıldım.  

  Uyandığımda penceresiz bir laboratuarda olduğumuzu gördüm. Her yerim sızlıyor ve acıyordu. Vücuduma baktığımda iğrenç yaralarla kaplı olduğumu gördüm ve bir çığlık attım. Odada benim dışımda dört kişi daha vardı. Hepsi baygın biçimde yerde yatıyordu ve hepsinin üzerinde o iğrenç yaralardan vardı. Annemin yüzünü gördüğümde bir kez daha çığlık atacak oldum ama boğazıma bir şey tıkandı. Annemin bütün yüzü yanmıştı ve gözlerinin olması gereken yerde iki kısık kırmızı çizgi vardı. Benim vücudumdaki yaralar diğerlerininkine kıyasla çok azdı. Daha sonraları, annem bana patlama anında sarıldığı için bu kadar az yaralandığım sonucuna vardım. 

  Çığlıklarımla odada yatanlardan ikisi uyandı ve anlamsız gözlerle bakmaya başladı, tabii alınlarının altındaki o etrafları yanık, kıpkırmızı damarlarla kaplı, pörtlemiş yuvarlaklara göz denilebilirse. Sanırım benimle konuşmaya çalışıyorlardı ama tek çıkarabildikleri ses anlamsız bir hırıltıydı. Sözcükleri anlaşılmıyordu ama pörtlemiş gözlerindeki dehşet bütün duygularını özetlemeye yetiyordu. Bense ilk uyandığım andaki korkumdan kurtulmuş, annemi uyandırmaya çalışıyordum. Yere eğildim, kollarından tutup onu sarsmaya çalıştığımda elim derisinin üstündeki o sarı yapışkan tabakaya değdi. O anda midemdeki tüm yiyecekler boğazıma geldi ama yutkunup onu sarsmaya devam ettim. Sonunda yavaş, yavaş kanlı gözlerini araladı, diğer iki adam sessizce bizi izliyordu. Beni ilk gördüğünde yüz kasları dehşet içinde gerildi ama hemen sonra gülümsedi ve dudaklarını güçlükle kıpırdatarak: ‘Canım..’ dedi. 

  O lanet laboratuarın kapısı açılana kadar kaç gün geçti bilmiyorum ama günler boyunca aç bir şekilde bekledik. Neyse ki odanın köşesinde bir musluk vardı ve su damla, damla aksa da hayatta kalmamıza yetecek kadar su içebiliyorduk. Diğer iki adam çaresiz bir biçimde kapıyı kırmaya çalıştılar. İşe yaramayınca tavana yakın olan havalandırma deliğini denediler. Dikdörtgen şeklindeki deliğin demir ızgarası kolaylıkla çıkıyordu ama tüm denemelerine rağmen deliğe sığmayı başaramadılar. Sonunda çaresizlik içinde yere yığıldılar, zaten açlık ve hiçbir iyileşme belirtisi göstermeyen yaraları tüm enerjilerini tüketmişti. Annem güçsüzlüğüne rağmen sarılıp beni rahatlatmaya çalışıyor, hırıltılı sesiyle bana sevdiğim şarkıları mırıldanıyordu. Ancak garip bir şekilde şarkıların sözlerini birbirine karıştırıyor, sözcükleri doğru harfleriyle söyleyemiyordu. Ona durmadan ‘Ne oldu?’ ve ‘Ne olacak?’ diye sormama rağmen ‘Hepsi geçecek.’ dışında bir cevap alamıyordum. Sonunda laboratuarın kapısı açıldı ve astronot kıyafeti gibi kıyafetler giymiş iki adam içeriye girdi. Laboratuara kısa bir bakış attıktan sonra bir tanesi annemle bizim çöktüğümüz köşeye yaklaştı. Annemin kolunu tuttu ve diğer adama baktı. Kafasındaki camlı maskenin içinden yüzü seçilmiyordu. Diğer adam hafifçe başını salladı ve ikisi annemi iki kolundan tutup kaldırdılar. Ben annemin eteğine yapıştım ve ağlamaya başladım. Annem: ‘Korkma.’ dedi. Zorlukla yürüyen annemi kapıdan çıkarırlarken adamlardan biri beni itti ve yere yuvarlandım. Bu sırada iki yaralı adam, astronot kıyafetli adamların üstüne atıldı ve kapıdan çıkmaya çalıştı. Ancak üç saniyelik mücadeleleri suratlarına ve karınlarına yedikleri yumruklarla sona erdi. Ben 

yerde hüngür, hüngür ağlarken laboratuarın kapısı şiddetli bir biçimde kapandı. Bir saat kadar süren bir bekleyişten sonra annem kucağında pişmiş etlerle dolu bir tepsiyle içeri girdi. Kapı kapanır kapanmaz iki adam anneme doğru koştu ve etlere saldırdı, bu sırada tepsi yere devrildi. Yere saçılan etleri vahşi bir biçimde yemeye başladılar. Annem güçlükle birkaç parça kapıp yanıma geldi. Hiçbir şey konuşmadan yedik. Hayatımda hiç bu kadar büyük bir iştahla yediği hatırlamıyorum. Yemekten sonra annem anlatmaya başladı: ‘Patlamadan sonra bütün merkez boşaltılmış. Yüksek oranda radyasyon yayılmış ve merkezdekilerde kalıcı hasarlar meydana gelmiş. Radyasyondan en çok biz etkilenmişiz. Hücrelerimiz mutasyon geçirmiş olabilir. Bizi bir süre daha kapalı tutacaklarmış. Bizim iyiliğimiz içinmiş. Neden doktor getirmediklerini sordum. Hemen bu konuyla ilgileneceklerini söylediler, kazadan beri merkeze gelen ilk insanlar onlarmış. Bu yüzden yardım gelmemiş.’  

  Bu sözlerin ne kadarı doğruydu bilmiyorum ama laboratuarın kapısı günler boyunca bir daha açılmadı. Açlığın yaralarımızın verdiği bütün acıyı unutturan baskısı bizi tekrar etkisi altına almıştı. Sıkıntımı gidermek için kendi kendime oyunlar oynuyor, bir dolaptan bulduğum kalemle duvarlara resimler yapıyordum. Diğerlerine gelince, iyileşmeyen yaraları gibi akıl sağlıkları da gittikçe bozuluyordu. Gittikçe daha saldırgan davranıyorlar, kapıyı tekmeleyip boğuk çığlıklar attıktan sonra hınçlarını alamayıp birbirlerine saldırıyorlardı. Kavgaları da bir tuhaftı. Önce yumruklaşıyorlar, sonra birbirlerini ısırmaya başlıyorlardı. Böyle anlarda annemle laboratuarın köşesinde büzülüp kalıyorduk ve annem eliyle gözlerimi örtüyordu. Bir gün musluğun damla, damla akan suyu kesildi. Adamlar musluğu bir demir parçası kullanarak parçaladılar. Açıkta kalmış borulardan damlayan birkaç damla su için dövüştüler. Dövüşmelerindeki gariplik hareketlerine de yansımıştı. Yürümeleri gittikçe kamburlaşıyor ve çıkardıkları sesler insan sesinden gittikçe uzaklaşıyordu. Ama beni en çok korkutan şey annemin de değişmesiydi. Konuşma yeteneğini kaybetmiş gibiydi. Saatler boyunca tek bir sözcüğü tekrar ediyor ve ağlıyordu. Boğuk bir mırıltıyla tekrar ettiği bu sözcüğü ‘muhasyan’ olarak algılıyordum. Ama gene de bunun bir sözcük mü yoksa bir inilti mi olduğuna karar veremiyordum. Adamların bitmek bilmeyen kavgaları sonunda yerler devrilmiş deney tüpleriyle, kimyasallarla dolu şişelerin kırık parçalarıyla kaplanmıştı. Adamların yanmış suratlarındaki saldırganlık tuhaf bir gülümsemeye dönüşmüştü. Kırık camlara aldırmadan dört ayak üstünde yürüyorlar, dizlerini ve ellerini kanatan camları acı içinde uluyarak etrafa fırlatıyorlardı. Bir keresinde, fırlattıkları bu camlardan biri yanağıma saplandı. Annem çıldırmış bir biçimde adamların üzerine atıldı. Allahım! Sanki insan değil de cehennem köpekleriydi bunlar. Annemi yere devirip yakasına yapıştılar. Annem tırnaklarını adamlardan birinin yüzüne geçirdi. Tırnaklarıyla kestiği yanaktan sarı bir sıvı fışkırdı. Adam büyük bir öfkeyle anneme tokat atmaya başladı. Ben kapıya koştum ve yumruklamaya başladım. Bir yandan da: ‘Yardım edin!’ diye bağırıyor ve ağlıyordum. Arkama baktığımda annemin hareketsiz bir şekilde yerde yattığını gördüm. Korkuyla yaklaştım. Adamlardan birinin elinde kanlı bir cam parçası vardı. Yerde bir kan göleti oluştuğunu gördüm. Annemin boğazından durmaksızın kan aktığını gördüğümde avazım çıktığı kadar bağırmaya başladım. Adamlardan biri beni yakamdan tuttuğu gibi başımı duvara vurdu. Bayılmışım…

  Uyandığımda gördüğüm manzara hayatım boyunca gördüğüm en korkunç sahneydi. Adamlar annemin üzerine eğilmiş, dişleriyle etlerini koparıyor, çiğ, çiğ annemin kollarını yiyorlardı. Tek düşündüğüm kaçmaktı. Lavabonun üzerine tırmanıp havalandırma deliğine uzandım. Boyum yetişmiyordu. Birkaç defa zıpladım ve havalandırmanın ızgarasını yakaladım. Bütün gücümle çektim. Izgara yerinden çıktı ve ben ızgarayla birlikte yere düştüm. Adamlardan biri başını kaldırdı, ağzından akan kanlarla bana bakmaya başladı. Çabuk olmalıydım. Hızla lavaboya tırmandım, tekrar zıplayarak deliği yakaladım ve kendimi yukarı çektim. Tam vücudumun yarısını delikten sığdırmayı başarmıştım ki bir el ayak bileğimden yakalayıp çekmeye başladı. Diğer ayağımla bir tekme attım, bir an için bileğimin kurtulduğunu hissettim. Çabucak sürünmeye başladım ve havalandırma borusunda ilerlemeye başladım. Ardımdaki hırıltılı çığlıklara ve ulumaları duymamaya çalışarak dar koridor boyunca süründüm. Koridorun sonundaki ızgarayı ittim ve yavaşça kafamı dışarı uzattım. Burası da bir laboratuvardı ama pencereleri vardı. Aşağıya atlayıp pencerelerden birini açtım. Otlarla kaplı toprağın üstüne atladım ve var gücümle koştum. Tek bir insanın gözükmediği binaları geçerek, boş yolların üzerinde koştum. Aç ve susuz vücudum daha fazla dayanamadı ve yere yığıldım. Gözyaşlarım yanaklarımdan süzülürken uyuyakaldım. Uyandığımda gece olmuştu. İlkin hiçbir şey göremedim. Zifiri karanlıkta ayağa kalktım ve ellerimle etrafımı yoklayarak birkaç tedirgin adım attım. Gözlerim karanlığa alışınca otoyola yakın olduğumu anladım. Asfalt yol boyunca yürüdüm. Gecenin sessizliğinde sadece ayak seslerimi duymak beni ürpertiyordu. Solumdaki ağaçların arasında bir parıltı olduğunu fark ettim. O an merak duyguma yenildim ve ağaçların arasından bir süre sürünerek parıltıya doğru yaklaştım. Dallar ve otlar arasından gördüğüm manzara karşısında donup kaldım. Bir ateş yakılmıştı ve bir adamla bir kadın ateşin etrafında dört ayak üzerinde dönüyor ve uluyordu. Üzerlerinde hiçbir giysi yoktu. Ateşin verdiği ışık, vücutlarındaki irinli yaraları aydınlatıyordu. Ulumaları neredeyse bir şarkı denebilecek ritmik bir düzen içinde devam ediyordu. Az öteden gelen tüfek sesleriyle bir anda durup sustular. Bir süre boyunca hiçbir şey olmadı, zaman durmuş gibiydi. Tüfek sesleri bu sefer daha yakından duyulmaya başlayınca, adamla kadın karanlık ağaçlara doğru dört ayak üstünde kaçtılar. O sırada ateşin üzerinde et piştiğini gördüm. Açlıktan ölmek üzereydim, şuursuz bir halde pişen ete doğru yürürken buldum kendimi. Yerdeki bir dal parçasıyla ateşteki eti çekmeye çalıştım. Et buharlar çıkararak toprağın üzerine düştü. Sıcaklığına aldırmadan ince uzun et parçasının ucundan bir ısırık aldım. Çiğnerken dişim sert bir şeye çarptı. Ne olduğunu anlamak için eti ağzımdan avucuma çıkardım. Dişime çarpan nesnenin bir insan tırnağı olduğunu anlayınca kusmak istedim. Ama midem tamamen boştu, tek yapabildiğim öğürmek oldu. Tam o sırada ağaçların arasından üç tüfekli adam çıktı. Tüfeklerini bana doğrulttular. Bana en yakın olanı: ‘Geber pis hayvan!’ diye bağırdı. ‘Lütfen!’ dedim, ‘Lütfen bana yardım edin.’ Adam yüzüme şaşkın, şaşkın bakarken tüfeğini indirdi ve diğerlerine de indirmeleri için işaret verdi. ‘Sen kimsin?’ diye sordu bana. ‘Çok açım.’ dedim. ‘Çok susadım. Lütfen.’ Adam yanıma geldi, bitkin gözlerime fener tuttu ve sırt çantasından ufak bir battaniye çıkardı. Beni içine sarıp kucağına aldı. Tüfekli adamın kucağında bir kamyonete bindim ve o lanetli yerden son sürat uzaklaştık.            



Bugün 20 ziyaretçi (30 klik) kişi burdaydı!
.... .... ....
Design downloaded from free website templates.

Upload Music
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol